Şair değil, şiirci

-
Aa
+
a
a
a

Paul Haines 21 Ocak 2003 tarihinde 70 yaşında bu dünyaya veda etti. Ölümünü oldukça geç, Wire dergisinin Nisan sayısından öğrendik. Arzın Merkezine Seyahat iki hafta boyunca ( 12 ve 19 Mayıs) Paul Haines’in şiirlerinin kullanıldığı dört albümden ( Carla Bley- Pail Haines, Escalator Over The Hill/ Carla Bley- Paul Haines, Tropic Appetites/ Kip Hanrahan- Paul Haines, Darn It!/ Curlew, A Beautiful Western Saddle) yaptığı seçkiyi yayınlayacak. Paul Haines, yaklaşık iki yıl önce Akbank Caz Festivali’nin konuğu olarak kentimize gelmiş, çektiği filmler gösterilmişti. O günlerde kendisiyle ROLL dergisinde Yücel Göktürk tarafından yapılmış bir röportaj da yayınlanmıştı. Aşağıdaki bu röportajı ve Haines’in şarkı sözü/şiirlerinden yapılmış seçmeleri bulacaksınız. 

Gökhan Akçura

 

* * *

 

İstanbul’a bir göktaşı düştü. Bir kitap dolusu şiir, iki kısa film ve üç albümle... “Third World Two”yu okuyunca, “Rice Scented In Our Absence” ve “Parody Of Interactive Video”yu seyredince, “Escalator Over The Hill”, “Tropic Appetites” ve “Darn It”i  dinleyince, onu bugüne kadar tanımamış olmaktan hicap duyduk. Akbank Caz Festivali’nin müstesna konuğu Paul Haines’le randevumuz Amerika’nın Afganistan’ı bombalamaya başladığı güne denk geldi; canımız sıkkındı, ama teybimizi uzattığımızda, ne yalan söyleyelim, günümüz aydınlandı.   

 

ABD’nin Afganistan’a açtığı savaşı nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Savaş ilan edenler, gidip savaşacak insanlar olmuyor genellikle. Bizzat gidip savaşacak insanların, savaş ilan edeceklerini sanmam. Ben hayatımda hiç oy vermedim. Dolayısıyla savaş konusunda görüş bildirmeye mezun değilim. Seçimlerin, oy kullanmanın bir şeyleri değiştirebileceğine inanmıyorum... Eğer oy vererek bir takım şeyler değiştirilebilseydi, eminim ki bize oy hakkı verilmezdi. Benim çok sevdiğim bir İsviçreli yazar var, Max Frisch, “politikayı ciddiye alamayacak kadar kendi hayatımı ciddiye alıyorum” diyor. Fakat artık böyle bir seçeneğimizin olduğunu sanmıyorum; politika, dietimizin bir parçası oldu. Yine de, bu güzel günde politika konuşmamayı tercih ederim. Müzikten, şiirden bahsedelim. (Roll’un eylül-ekim sayısına göz gezdiriyor) Hey gidi Jimi... Jack Bruce anlatmıştı. Ölümünden önceki gece, Londra’da birlikte çalmışlar, harikaymış. Müthiş bir adamdı. Kötü bir şarkıcı olduğunu sanıyordu, olağanüstüydü halbuki.

 

Jimi Hendrix hep gitaristliğiyle anılır...

 

Gitaristliği de müthişti, ama asıl olağanüstü tarafı şarkı söyleyişiydi. Muzip bir tarzı vardı. Jack (Bruce), onun bir göktaşı gibi dünyaya düştüğünü söylerdi. Don Cherry de öyleydi. Ne yazık ki Jimi ve Don gibileri çok sık gelmiyor. Ha, bir de Celine Dion gibileri var, onlar bol... Şunu aklınız alıyor mu: New York’ta, Yankee stadyumunda, 11 Eylül saldırısında hayatını kaybedenler için bir anma gecesi yapılıyor ve düşünebiliyor musunuz, karısını, kocasını, çocuğunu, yakınını kaybeden insanlar Phil Collins veya Celine Dion’un şarkılarına maruz kalıyor. Ne duyarsızlık! O insanlara o şarkıları söylemek! Acılı bir insan o şarkılarla ne yapar?

 

Celine Dion niye bu kadar popüler sizce?

(gülüyor) Geçenlerde Residents’dan birinin ettiği güzel bir lafı okudum. Biliyorsunuz, Residents, 30 küsur yıllık bir topluluk. Tam bir Dada olayı. Anonim kalmakta ısrarlılar, ne fotoğraf çektiriyorlar, ne de isimlerini açıklıyorlar. Kim oldukları bilinmiyor. Residents’dan biri, kendilerini tuhaf müzik yapmakla eleştirenlere şöyle diyor: “Bütün müzikler tuhaftır, tıpkı bütün bireylerin tuhaf olduğu gibi. Bu bireyler bir araya gelip neyin tuhaf olmadığına karar verirler, ‘işte bunu hep birlikte dinleyebiliriz’ derler. Ve böylece çok dinlenen müzikler ortaya çıkar...” Celine Dion tipi müzikler şu duruma karşılık geliyor: Dinlemek istemiyorsun, fakat bir şey çalsın istiyorsun... Sözler manasız –onlara söz de denemez zaten–, müzik soğuk, buz gibi... Zaten 12 milyon dolarlık ev alandan şüphelenmek lazım. Celine Dion ya da kim olursa olsun.

 

 

Demin 11 Eylül’den söz ettiniz, ne düşünüyorsunuz o konuda?

 

Susan Sontag’ın söylediklerine aynen katılıyorum. New Yorker dergisi dramatik bir siyah kapak yapmış, 30-40 yazarın fikrini almış,  John Updike’dan tutun da, ağır entellektüel geçinen kim varsa. Hepsi de sulugözlü klişe şeyler yazmışlar. Susan Sontag’ın yazısı alayını kümeye düşürüyor... “İnsanlığa yapılmış bir saldırıdır” diyorlar, ne alâkası var? Amerika’ya yapılmış bir saldırı bu.

 

ABD’nin politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Ben Amerika’da dünyaya geldim, ABD vatandaşıydım. Ama sonra Kanada yurttaşı oldum; bu, ABD hakkında ne düşündüğümü yeterince anlatıyor herhalde.

 

Kanada yurttaşlığını tercih etmenizin özel bir sebebi var mı?

 

Kanada’ya ilk gidişim meslek icabıydı. Anadilleri İngilizce olan öğrencilere Fransızca, anadilleri Fransızca olanlara da İngilizce öğretiyordum. Ülkeyi çok sevdim, benimsedim, çocuklarım orada dünyaya geldi. Ve öylece Kanada’yı yurt edindim.   

 

Sizin bir de uzun bir Hindistan maceranız var...

 

İki yılığına gitmiştim, altı yıl kaldım.   

 

Sizi oraya götüren neydi?

 

Müziği ilgimi çekiyordu, Hindistan üzerine kitaplar okuyordum, Hare Krishna filan. O sıralarda New Mexico’da bir kızılderili rezervasyonunda öğretmenlik yapıyordum, Navajo kızılderililerine... Gallup diye bir yerdi. Şehre girdiğinizde karşınıza şöyle bir tabela çıkıyordu: “Kızılderililerin dünya başkenti.” 2000 kişinin yaşadığı bir yerdi. (gülüyor) Oradan Hintlilerin dünya başkentine gittim, Yeni Delhi’ye. Kimsenin Hindistan’ı görmeden ölmesini istemem. İstanbul için de geçerli bu. Fakat çocukken de Coney Island için aynı şeyi söylerdim. Kızkardeşim Çin’e gitmek isterdi, bense Coney Island’a (New York’un Büyükada’sı). Sonunda götürdüler. (gülüyor)

 

Hangi yıllarda Hindistan’daydınız?

 

1968’den 1974’e kadar.

 

O yıllarda Batı’dan, özellikle ABD’den Hindistan’a bir akın vardı, sizce sebebi neydi bunun?

 

Ben öğretmenlik yapmak için gittim. Gerçi saçım uzundu ama, aile babasıydım. Kızlarımdan biri orada dünyaya geldi. Benim tanıdığım insanlar sadece rahat rahat esrar içmek için orada değillerdi, Hint kültürüyle ciddi şekilde ilgileniyorlardı. Wavy Gravy ve Hog Farm’cılar oradaydı mesela. Harikulade bir ekiptiler. Aralarında bir de 90’lık bir ihtiyar vardı, Heinrich diye bir Alman. Yaşı icabı hippi dietine fazla dayanamadı.

 

Wavy Gravy’le ahbaplığınız var mı?

 

Wavy’le maalesef tanışmadım. Ama New York’ta tiyatrosuna, The Living Theatre’a giderdik. Wavy meddahlık yapardı orada. Tiny Tim’i de ilk kez orada görmüştüm.

 

Tiny Tim mi? Biz onun hayranıyız...

 

Ben de! “I’m In Love With Bob Chevrolet” diye bir şarkısı vardı, bayılırdım... Wavy’yi 30 yıl sonra nerede gördüm, biliyor musunuz: Geçen yıl, California’da, bir reklamda! İlahi Wavy... Ben 112 yaşındayım, o da herhalde 200 olmuştur.

 

Biraz Tiny Tim’den bahsedelim mi?

(gülüyor) Hey gidi Tiny Tim! Bir seferinde metronun kapısında burun buruna geldik. O güne kadar sadece sahnede görmüştüm onu. Her konserine giderdim ve her defasında “I’m In Love With Bob Chevrolet”yi söylemesini isterdim. Sokakta da sahnedeki yüz ifadesiyle karşılaşmak çok şaşırtmıştı beni. “Merhaba Tiny Tim” dedim. Tanışmıyorduk, yüzüme öyle baktı. “Her gece Bob Chevrolet’yi isteyen benim” dedim. O meşhur nidalarından biriyle cevap verdi: (taklidini yaparak) “Oo, oo, o sensin ha” ve gülmeye başladı. Çok ciddi bir adamdı.

 

Bizim favorimiz “maybe a little bit tenderness, maybe a smile, maybe a kiss, but next,

next” diye giden şarkısıydı.

 

O da harika bir şarkıydı.... Tiny Tim hasından bir müzisyen, sahici bir yenilikti. Onu dinlemek büyük bir eğlenceydi. Mandolinini hep yanında taşırdı, kahverengi bir kese kağıdında. Ne yazık ki altı-yedi sene önce kaybettik onu... Eskiden müzisyen dostlarımın popüler olamamasına, plak şirketlerinden sözleşme teklifi almamalarına çok içerlerdim, çünkü olağanüstü sanatçılardı. Tiny Tim de o sanatçılardan biriydi. Bence platin plak alması gereken bir adamdı.

 

Biraz önce Don Cherry’den söz ettiniz, onun bir ara İstanbul’a geldiğini, hatta James Baldwin’le birlikte bir de oyun sahnelediklerini duymuş muydunuz?  

 

Bilmiyordum. Baldwin’le İstanbul’da bir oyun ha?..  Don’u tanırdım. Ölümünden çok kısa bir süre önce görüştük. Olağanüstü bir ruhtu. Bir Fransız, “Escalator Over The Hill” (Paul Haines - Carla Bley albümü, 1971) üzerine bir belgesel çekmişti. O belgeselde Don’un bir resmi var, kaldırımda oturmuş flüt çalıyor. 60’ların başında olmalı, “Escalator Over The Hill”den önce. Trompetin çalınmasını değiştirdi. Geçen gece, Erik Truffaz’ın çalışında Cherry’nin ruhunu görmek beni çok heyecanlandırdı. Cherry’nin şarkı söylediği ilk parça “Escalator Over The Hill”deki “Rawalpindi Blues”dur.

 

O şarkının hikayesi nasıl?

 

  Tibet sınırında bir yerdeydik. Yanımda çok ucuz, basit bir teyp vardı, radyoda anonslar öncesinde çaldıkları bir melodi vardı, onu kaydedip Carla’ya (Bley) gönderdim. O da aynen kullandı. Ve onun etrafında şarkıyı yazdı.

 

Sizin için hangisi önce geliyor, şiir mi, müzik mi?

 

Müzik. Her gün saatlerce müzik dinlerim, 12 yaşından beri. Ben Michigan’da büyüdüm. Siyahların büyük bir tiyatrosu vardı, Paradise Theatre. Orada Ivory Joe Hunter, Dinah Washington gibi isimler, blues’cular, cazcılar sahne alırdı. Sonra da film gösterilirdi. Cazla orada tanıştım, 12 yaşındaydım.

 

Caz müzisyenlerine söz yazmanız nasıl oldu?

 

Müzikle ilk yazınsal ilişkim Paul Bley’in “Savoy” albümüyle oldu, albüm kapağını yazmamı istemişti. Caz müzisyenlerine söz yazmamın sebebi, onları memnun etmek isteyişim. Onlar yaptıkları müzikle beni o kadar mutlu ediyorlar ki, ben de onlara bir mukabelede bulunmak, onlara bir armağan vermek istiyorum. Bir şey yazıp onlara gösteriyorum. “Daha uzun bir şeyler yaz birader” dedikleri oluyor tabii. İnsanın yazdıklarının yayınlanmasının en güzel biçimi nedir biliyor musunuz? Bir şarkıcının şiirinizi söylemesidir.

 

Sartre’ın sizin için “Fransızca kelime oyunlarıyla beni güldüren tek adam” dediğini okuduk...

 

O hikaye sevgili dostum Kip Hanrahan’ın yakıştırması. Sartre’la ilgili gerçek hikaye şu: Sartre’ın biyografisini yazan Michel Contat, “Escalator”un bir bölümünü Sartre’a dinletmiş, üstad uyuyakalmış. Ama ona zor gelmiş olmalı. Çünkü o kuşak Fransızlar caza önem veriyordu. O dönemde birçok Amerikalı cazcı Paris’i mekan tutmuştu. “Gizli Oturum”da Saint Louis blues’una referans vardır. Ama Kip’inki güzel hikaye doğrusu. Delhi’de öğretmenliğini yaptığım bir Hintli öğrencime rastlamıştım Washington’da, “hocam” dedi, “siz ve Sartre, Seine kıyısında...” O kadar mutlu bir şekilde söylüyordu ki, “yok öyle bir şey” diyemedim. Ben edebiyat camiasını tanımam, tanıdığım yazar, şair yoktur. Aslına bakarsanız, ben şair değilim, şiir yazıyorum sadece, arada büyük fark var.

 

Nasıl bir fark o?

 

Tom Cora diye müthiş çello çalan biri var, bilmem hiç duydunuz mu? Çok erken vefat etti, 33 yaşındaydı. Onunla Knitting Factory’de tanışmıştık. Bizi tanıştıran “çelist” demişti Tom için, o da itiraz etmişti: “Ben çelist değilim, çello çalıyorum.” Bunu duyduğumda, “çok doğru” diye düşündüm, “ben de şair değilim, şiir yazıyorum”. Cora’nın anısına bir albüm yapıldı, John Zorn’un şirketinden çıktı, çok melankolik bir adı var, “Hallelujah Anyway”. Şairle şiir yazarı arasında şöyle bir fark var: Gümrükten geçerken “şairim” diyorum. Kendi kendimeyken “şiir yazarıyım” diyorum. Çünkü tekil şiirler yazıyorum. Şairler daha oylumlu şeyler yazar. Paul Bley bana kızardı, “çok kısa yazıyorsun, daha uzun yaz” derdi. (gülüyor)

 

Sartre’dan söz ederken, o kuşağın caza düşkün olduğunu söylediniz. Cazın Amerika dışındaki popülaritesini neye bağlıyorsunuz? Siz o geleneğe doğdunuz, ama cazla sonradan tanışan insanları cezbeden ne?

 

Kim bilir? Daktilomun başına otursam, belki anlamlı birkaç fikir üretebilirim. Ünlü klasikçi, orkestra şefi Bruno Walder, caz dinlerken kendisini aşağılanmış hissettiğini söylüyordu. John Cage de berbat şeyler söylemiştir caz hakkında. Sartre’ın döneminde, caz Avrupalıların hayatında büyük bir yenilikti, hatta ilk büyük yenilikti. Avrupa’yı mesken tutan Amerikalı cazcıların bunda büyük rolü oldu, Josephine Baker’ın mesela. Her ne kadar bence klasik anlamda caz şarkıcısı olmasa da, çok güçlü bir sanatçıydı. Cazın cazibesinde dansın da biraz payı var. Bir zamanlar cazla dans ediyordu insanlar. Gözümle görmedim, ama anlattılar, Charlie Parker Harlem’de çaldığında insanlar dans ediyormuş. Parker’ı dinlemek bile zor, dans edilmesiyse

anlaşılır şey değil.

 

Dave Brubeck’i nasıl buluyorsunuz?

 

Bütün Dave Brubeck albümlerini alırdım, Desmond’un (alto saksofoncu Paul Desmond) çaldığı bölümleri kaydeder, sonra da çöpe atardım. Brubeck bana fazla vurmalı gelirdi. Ben Paul Bley’i tercih ederim.

 

Akbank Caz Festivali’ne iki kısa filmle katıldınız. (“Rice Scented In Dur Absence”, “Parody Of Interactive Video”) Sinemaya, film çekmeye ilgi duymaya başlamanız nasıl oldu?

 

Müzik kasetleri yapmak gibi bir alışkanlığım vardı. Yıllar öncesinin New York’unda şöyle bir rutinimiz vardı: Eş-dost toplanıp büyük bir sofra kurar, yer içer ve saatlerce müzik dinlerdik. Çok az konuşulurdu, herkes müziğe konsantre olurdu. New York’tan ayrıldıktan sonra, o toplantıları çok özledim. Gittiğim yerlerde New Mexico’da, Hindistan’da, Kanada’da, hoşuma giden müziklere rastladıkça, onları kaydedip New York’taki arkadaşlarıma gönderirdim. Ne olduğunu belirtmeden... Çünkü insan dinlediğinin ne olduğunu bilmediği zaman daha bir kulak kesiliyor. Sonradan bir araya geldiğimizde sorarlardı, “ya o kasetin B yüzündeki bariton kim?” (gülüyor) Bir seferinde New York’ta bir kahvaltıda buluşmuştuk. John Tchicai oradaydı, Graham Blake, Mike Joyce Snow, Carla Bley... Onlara “All Etnic Electric Programme” adını verdiğim bir bant dinlettim. O gün, görüntülerin eksikliğini hissettim ve o bandı film haline getirmeyi düşündüm. Soundtrack hazırdı nasıl olsa. 40 dakikalık bir film yaptım. Fakat müzik kaseti yapmayı hiç bırakmadım. Bunu hangi soruya cevaben anlattım?

 

Sinemaya, film çekmeye nasıl merak sardığınıza cevaben...

 

Bunuel’e hayranım. Bütün filmlerini ezbere bilirim. Benim için sinema Fransız sineması demektir. Andre Cayette’in “Hepimiz Katiliz”inin kasedini elde etmek için 27 yıl bekledim. Fransa’da herhangi bir videocuda bulunabilecek bir film, ama Amerika ve Kanada’da yok. Kuzey Amerika’ya dağıtılmamıştı, çok cesur bir ölüm cezası karşıtı filmdir “Hepimiz Katiliz”. Fransızların sansür geleneği yok pek, ama onlar bile bu filmi bir süre sansürlemişlerdi. Jacques Tati’nin filmlerini de çok severim, Rus asıllı olduğunu yeni öğrendim, hep Fransız olduğunu sanırdım. “Jour du Fète”de (Bayram Günü) bisikletteki postacıyı oynayan Tati’dir. 

 

Amerikalı yönetmenlerden sevdiğiniz kimse var mı?

 

Pek yok... Verebileceğim tek isim Jim Jarmusch. “Ghost Dog”u seyrettim geçenlerde. Jarmusch iyi, hoş ama, o Tom Waits’i fazla kullanıyor. Belki iyi bir oyuncu, ama beni açmıyor.

 

Cohen’i nasıl buluyorsunuz?

 

Büyük şair. Çok iyi sesi var. Toronto’da bir kitap gününde bir araya gelmiştik –tanışmayız ama. Kadının biri kalktı, Cohen’e “Paul Haines senden daha iyi bir şair” dedi. Yerin dibine geçtim. Adamın altı antolojisi var, tepeden tırnağa şair. Ben şiir yazıyorum sadece. Cohen, Humphrey Bogart’a benziyor. Üstelik bir Zen rahibi. İki dünyanın da en iyi taraflarına sahip. 

 

Frank Zappa’yla aranız nasıl?

 

Zappa’ya bayılırım. İlk albümü “Freak Out”u, Navajo rezervasyonunda öğretmenlik yaparken dinledim. Öğrenciler onu dinliyorlardı. Ben de takılmaya başladım. Beni çok sevdiler, Zappa dinliyorum diye. Karışık bir okuldu, beyazlar, Navajolar, Apaçiler... Joe Laughing, Louise Blue-eyes gibi isimleri olan öğrencilerim vardı. Vicdanları rahatlatmak için epey para dökülmüş bir okuldu. 3.15’te zil çaldığında Navajo ve Apaçi öğrenciler otobüse binip rezervasyonlarına giderlerdi, okul beyaz çocuklara kalırdı. “Escalator”ın ilk kısmını oradayken yazmıştım. Ders arasında, teneffüslerde. Neden bahsediyorduk?

 

Zappa’dan...

 

İlk üç albümünü çok beğenmiştim. Şarkılarından birinde, “doing the nasty on the White House lawn” (Beyaz Saray’ın bahçesinde sevişmek) diye bir dize vardı. Sansür kurulunun itirazı üzerine, “sevişmek”i “çapraz bulmaca çözmek” haline getirmişti. Beyaz Saray’ın bahçesinde çapraz bulmaca çözmek! (gülüyor) Şarkılarını değiştirtmeye güçleri yetiyordu, ama Zappa’yı değiştirmelerine imkan yoktu. Bir dehaydı. Akademik müzisyenleri yerin dibine sokması harikaydı. İsviçre’de öğretmenlik yaptığım dönemde, bir gün trende giderken Cenevre konser salonunun alevler içinde olduğunu gördüm. Eve geldiğimde öğrendim ki, Zappa’nın çaldığı salonu yakmaya kalkmışlar. Onun öldürülmemiş olmasına hep şaşırmışımdır... O günlerde bir sürü suikast oluyordu. Harikulade bir adamdı.

 

Kitabınızın adı çok güzel... “Third World Two”. Çevirisi neredeyse imkansız...

 

Elinizdeki ucuz kopyası. İmzalılar ucuz, imzasızlar pahalı. Bir imza gününde kadının birinden zılgıt yedim. “Nasıl olur da imzalılar daha ucuz olur” dedi. Ben de “imza ucuzlatıyor da ondan” dedim. (gülüyor) Kelimeler hep yanlış inşa edilmeyi bekler; aynı anda farklı yönlere gidebilmek için. Kitabın adı da onu yapmaya çalışıyor. Geçenlerde Kuzey İttifakı’nın 1914’ten kalma tüfekler kullandıklarını okudum. Demek ki kitabın adı kelime oyunundan ibaret değil.  

 

“Third World Two”daki “ABD Başkanı’na İthaf Edilmiştir” üstbaşlıklı “Resmimi Yap” adlı şiiri (Resmimi yap benim / Resmimi yap / İskambil oynayan / Bir köpeğim ben) yazarken aklınızda belirli bir ABD başkanı var mıydı?

 

Onu aslında Gerald Ford’a ithaf etmiştim. Ford’dan sonrakilerden hiçbiri o şiire ters düşmedi, ama en uygunu George W. Bush oldu. O başkanlar bir yana, beni en çok öfkelendiren devlet adamı Kissinger. Kissinger dünya üzerindeki en suçlu insanlardan biri, Pinochet kadar suçlu. Fakat bugüne kadar hiç yakasına yapışılmadı, hiç hesap sorulmadı. Christopher Hitchens’dan Allah razı olsun, o kitabı (“Kissinger Yargılanıyor”) yazdı.

 

Geçenlerde vefat eden eski Kanada başbakanı Pierre Trudeau çok ilginç bir şahsiyetti, onun gibi bir siyaset adamı bir daha gelmedi galiba. Siz ne düşünüyorsunuz Trudeau hakkında? 

 

Onu herkes severdi, Amerikalılar hariç tabii ki. Küba’ya gitmesi büyük sansasyon olmuştu. Amerikalılar köpürmüştü. Tam seçimlerin arifesinde Küba’da kano yarışına katılmıştı. “Kanada’nın başbakanlığına aday bir politikacı nasıl Küba’ya gider?” yolundaki eleştirilere cevabı çok güzeldi: “Bu, benim için siyasal bir olay değil, sportif bir olaydı.” Amerikalılar sinir olmuştu. Harika bir adamdı. Politikanın yoksulluğu bu işte: Onun gibi liderler gelmiyor. Amerika’da devlet adamları eblehleşme yönünde bir evrim geçiriyor. Ben politikacıları profesyonel sporculara benzetiyorum. Kendi yaptıkları spor dışındanki dünya onlar için yok. Larry Byrd (60’ların sonundan 80’lerin ortalarına kadar oynayan NBA’in skorer starı) benim en gözde basketçimdi, muhteşem bir oyuncudur, ama Marilyn  
Monroe’nun kim olduğunu bilmiyordu. (gülüyor) Profesyonel sporcuların çok dar bir dünyaları, çok sınırlı bir hayatları var. Politikacılar da sporcular gibi. Ama Trudeau çok özel biriydi. Bir hikaye anlatayım: 70’lerde, bir dostumuzun evindeki partiye Trudeau da geldi. Limuzin ve iki korumayla tabii. Carla (Bley) da oradaydı. Trudeau Carla’dan çok hoşlandı, gece boyunca kur yaptı. Birkaç sene önce Trudeau’nun biyografisini yazan bir kadın (Joyce Wheely) aradı, sözünü ettiğim partinin detaylarını verdi, sonra da, “o gece Trudeau karınızı baştan çıkarmaya kalkmış, öyle mi?” diye sordu. “Trudeau’nun asıldığı karım değil, Carla’ydı, ama siz doğruymuş gibi yazın” dedim, “tarihe geçmek güzel bir şey, nasıl olduğu o kadar mühim değil”. (gülüyor)  

 

Trudeau’nun karısının Mick Jagger’la olan macerası epey gürültü koparmıştı...

 

Büyük skandaldı tabii. George Bush’un karısının Keith’le (Richards) aşk macerası yaşadığını düşünsenize. Keith’in korsan suratı ve Bush’un karısı. (gülüyor) Kesinlikle Teksaslı olmayan bir surat varsa, o da Keith’inki.

 

Stones’la aranız nasıl?

 

Artık emekliye ayrılsalar diyorum. Ama Charlie’nin (Watts) kendi grubuyla yaptığı şeyleri beğeniyorum. Çok iyi bir kaynaktan şunu duydum: 200 bin pound’a bir araba alacakmış, sonra vazgeçmiş, o parayı bir orkestra kurmak için kullanmış. Takdire şayan bir tavır. Stones ilgimi çekmez benim. Eğer 16-17 yaşında bir çocuğum olsaydı ve onun isyan, başkaldırı, sınırları aşmak ve saireden anladığı, o ihtiyarların “I Can’t Get No Satisfaction”ıyla sınırlı olsaydı, o zaman kaygılanırdım. Bir zamanlar çok iyiydiler, o ayrı. Ben The Band fanıyım, onların sözleri muhteşemdir. Her hafta mutlaka en az bir kere dinlerim onları. Robbie Robertson’ın sonradan yaptığı işler de çok güzel, ama The Band’in ilk iki-üç albümü muhteşemdir.

 

Dylan’a ne diyorsunuz?

 

Söylenecek bir şey yok: Harika. Gerçek anlamda esrarengiz bir şahsiyet. Mütemadiyen insanı şaşırtıyor. 

 

Yeni albümünü nasıl buldunuz?

 

Dinlemedim, ama çok iyi olduğunu duydum. Bir önceki  (“Time Out of Mind”) beni pek açmadı. O berbat prodüktör yüzünden: Herkesin aynı şekilde sound etmesini başarıyor!

 

Daniel Lanois’dan hep sitayişle söz ediliyor...

 

Ay ay ay! Evrensel şıklık. Onun Celine Dion’la çalışması lazım. (gülüyor) Tek boyutlu bir kafası var Lanois’nın.

 

The Band’den başka fanı olduğunuz grup var mı?

 

Dan Hicks’e hayranım, ama o pek rock sayılmaz. Dan Hicks and The Hot Licks, yıllardır var. Sözleri çok sade ve çok matrak. Fakat her nedense ona kimse ilgi göstermiyor. Oğlumun bir plak dükkanı var, artık rock’n roll’un kalmadığını söylüyor. Ona göre en büyük rock’n roll grubu Jonathan Richman and The Modern Lovers. Bence de gayet iyiler.

 

Jack Bruce ve Robert Wyatt’la çalıştınız. Onları nasıl buluyorsunuz?

 

Jack, “Escalator Over The Hill”in starlarından biri. Hem öyle bir bas virtüözü olmak, hem de o kadar güzel şarkı söylemek pek rastlanan bir şey değildir... Robert, son komünistlerden biri. Kip Hanrahan’la birlikte “Darn It”in kayıtları için Londra’ya gittiğimizde, şehrin mutena semtlerinden birinde pahalı bir stüdyo kiralamıştık. Robert etrafa baktı, “burada yaşayalım, kayıtları da evde yapalım” demişti. (gülüyor) Onun için bir şiir yazdım, sonra şarkı oldu o, “Darn It”teki ikinci şarkı, “Curtsy”.

 

Patti Smith ilginizi çekti mi hiç?

 

Çok zaman önce. Harikadır; çok özel biri. “Gung Ho” eskileri kadar güzel. Procol Harum’un solistini de (Bob Scott) çok severim. “Sex and Drugs and Rock’n’roll”u yazanı da (Ian Dury) çok beğeniyorum. 

 

Yeni nesil rock’çulardan sevdikleriniz kimler?

 

  Björk ve R.E.M.’i dinleyebiliyorum, bana itici gelmiyorlar, ama Phil Collins ve Celine Dion’a tahammül edemiyorum. Celine Dion bir ruhsuzluk abidesi; gerzeklik, eblehlik numunesi. Teorik olarak bütün insanların ruhu vardır, ama Celine Dion ve Phil Collins ve benzerleri kuralı bozan istisnalar. 

 

Celine Dion’a fena takmışsınız...

 

Halbuki en gözde yazarlarımdan biri Celine’dir. Kör talih!

 

(Bu söyleşi ROLL dergisinin Aralık 2001 tarihli 59. sayısında yayınlanmıştır).

 

ŞARKI SÖZÜ/ ŞİİRLERİNDEN SEÇMELER

Art In Heaven

 

Ucuca yakılan sigaralar gibi

Ekleniyor günler ardarda

Lüttfen inanmayın

Tanrıya manrıya

Rawalpindi Blues

 

Başbaşa  kaldığımızda

Yakalardı beni lades kemiğimden

Aklımda derdim ama

Hep o kazanırdı yine de

 

On The Way Elsewhere and Here

 

Bir kaşık suda boğacak beni

Salata ve biftek siparişimi

Servis eden garson delikanlı

Yaptığım şu

Çıkarıp dilimi

Bir çizik atıyorum ucuna inceden

Elimdeki jiletle aniden

Breakfast

 

Öyle yoğundu ki şaşkınlığı

Bu kadar çirkin bir şehirde

Nasıl da bulmuştu o mis gibi tereyağını

Güzel garson kız

Çekiştiriyordu

Rüküş pantolonunu

Mrs. Dressup

 

Gizlerdi düşüncelerini

Teşhir ederek kendini

Tuhaf bir makyajı vardı

Haspanın

Doctor Why

 

Şaçlarını boyuyor hemşireler

Umurlarında değil ki

At kilit altında mı

Ev yerinde duruyor mu

İplerinde değil

Atların ayak izleri

Detective Writer Daughter

 

İngilizcenin dedektif yazarı

Bir zamanlar kraliçesiydi İsveç’in

Babasının atı bir ev gibiydi sanki

Almandı babası, orada yaşardı

Bir seferinde liderleri öldürüldü

Ve herkes yoldu saçını başını

Oydu o zamana uygun olanı

Herşey konforluydu öncesinde

Melankolik ve endüstriyel

Today

 

Sen dışardayken

İçerdeydim ben

Onun yerine geçebilir miyim diye değil

O benim yerime geçebilir mi  diye

Funnybird Song

 

Tanrının maksadı

Benim bu kuşları  tarif etmem olsaydı şayet

Hiç onlara kanat takar mıydı 

Tanrının maksadı

Tarif etmesiydi onları

Kanadı olmayan bir varlığın 

Bana kanat takmaya niyeti yoktu tanrının

Karşılığında söz verdim ben de

Onu tarif etmeye kalkışmayacağıma dair

Enormous Tots

 

Sen oradayken bekleyebiliyorlardı

Artık değilsin, bekleyemezler şimdi

Silmelisin ayaklarını

İçinden kunduralarının

Bu cangılın yılanları

Şişman ayaklı

Gözlerini dikip bakarlar insana

Isırmazlar

Çiğnerler yalnızca

İnsanlar öne doğru eğilirler söyleneni anlamadıklarında

Ve geri çekilirler aksi olduğunda

 

 (Serbest çeviri: Yücel Göktürk)